İzmir Körfezi’nde 17. yüzyıldan 1900’lü yıllara kadar kullanılan ve kentin simgesi haline gelen “İzmir’in Kayıkları”
Peremeci, Osmanlı Dönemi'nden günümüze gelmiş bir
meslek adıdır. Peremecilik Türkçe sözlüklerde "Pereme
kullanan veya yapan kimse" olarak tanımlanmaktadır. Pereme ise "Gondola benzeyen
bir kayık" olarak ifade edilmiştir. Osmanlı kayıtlarında bu
kayıkların ismi pereme olarak geçmektedir. Pereme ve Peremeci ifadeleri
hakkında henüz netlik kazanmamış tanımlamalar mevcuttur. Kelimenin
aslının "pereme" mi yoksa "peremeci" mi
olduğu tartışma konusudur. Çünkü bir kısım araştırmacı ve dil bilimcilere göre
Peremeci, tanımda ifade edilen kayığı kullanan, yapan veya idare eden kişi
değil, doğrudan bu kayığın kendisidir.
Naci Lûgati de ise, Pereme (Perama,
Rumca) "iki kürekli yani bir çifteli ağır kayık" olarak
ifade edilmiştir. 20. yüzyıl Larousse’un da ise "perame" kelimesinde
iki yelkenli, Türk bayrağı taşıyan iri boy bir gemi resmi bulunmaktadır ve
tarif olarak da "Bordası çok kavisli, ön ve kıç tarafları yüksek,
yakın sahillerde işlemeğe mahsus bir Türk teknesi” yazmaktadır.
Rumcada ki "Pereme ya da
Peremeci’nin ise "şeytan kadar/şeytan gibi korkunç" gibi bir
ifadeye sahip olduğu söylenmektedir.
Bilinen haliyle Peremeci, Osmanlı
Dönemi'nde İzmir'de inşa edilen ve genel olarak yük ve hayvan taşımacılığında
kullanılan ve 13 metre boyunda olan bir taşıma aracıdır. Çok eskilere,
Bizans dönemine kadar indiği tahmin ediliyor. (Eski vergi kayıtlarında bir de
peremeciyan (peremeciler) sözü geçmektedir).
Osmanlı Bahriye Teşkilâtı'nın 17. Yüzyılda
Tersâne-i Âmire adlı kitabında, “pereme-i esb-i Üsküdar” olarak ifade edilip şu
şekilde tanımlanıyor.
“Peremeciler: İstanbul’da iskeleler arası nakliyatını temin eden vasıtalar
pereme, kayık ve mavnalar olup işletmeleri peremeci, kayıkçı ve mavnacı
esnafına ait idi"
Pereme veya Peremeci kelimesini tam olarak
tanımlayan yetersiz kaynak olduğu için, bu konuda konuyla ilgili kitap ve
yazılardan alıntılar yapılarak kelimenin tam anlamı tespit edilmeye
çalışılmaktadır.
Perama aynı zamanda Yunanistan'da bir
bölge adı olmakla birlikte, Yunanca veya Rumca kaynaklarda yanında Gondola
benzer bir kayık illüstrasyonunun bulunması kelimenin bu dilde de eş anlamlı
olabileceğini düşündürmektedir.
TARİHTE İZMİR KAYIKLARI
İzmir kayıkları, 1800’lü yıllarda İzmir
Körfezi’nde, açıkta demirleyen gemiler ile iskeleler arasında yük ve yolcu
taşıyan teknelerdir. Bu kayıklar, aynı zamanda denize kıyısı bulunan Karaburun,
Çeşme, Foça gibi çevre ilçeler ve köyler ile yakın mesafe Ege adalarını deniz
yoluyla İzmir’e bağlamışlardır. Yani günümüzdeki kamyonetlerin, otobüslerin
işlevini görmüşlerdi. Kayıkta bir dümenciyle, bir ya da iki kürekçi bulunurdu.
Bazı durumlarda üç kürekçi de olabilirdi. 12 metrekarelik yelkeni ve ince uzun
yapısı sayesinde en uzak mesafelere bile kısa sürede giderlerdi.
Bu kayıkların hafif meşeden yapılmış omurgası
vardı. Dış kaplamalarda akgürgen kullanılmıştı. Kayıkların yeşil ve beyaz
boyanan gövdelerinin üzerine rengarenk çiçek motifleri işlenirdi.
Belki de bu çiçek
desenleriyle kayıkçılar, karaya olan özlemlerini dile getirirlerdi. Kayıklara
sepet, küfe, hurç, sandık gibi eşyalar yüklenir, yolcular kıç tarafa doğru her
iki yanda bulunan oturaklara otururlardı. Uzak mesafelere giden kayıklarda
birer su testisi ya da küpüyle maşrapa bulundurmak adettendi.
Yaz aylarında akşamları sıcaktan bunalan
İzmirliler bu kayıklarla körfezin yakamozları arasında serinlemeye çıkarlardı.
İzmir kayıkçılar, İstanbul’daki meslektaşları
gibi bir lonca düzeniyle çalışırlardı. Aksi taktirde kayıkçılar arasındaki
düzen ve anlaşma sağlanamazdı. Kayıkçı esnafı arasında Rumlar önemli bir yer
tutardı.
İzmir Denizciliği
Aslında bir ülkenin
denizler ve limanlar üzerindeki egemenliğini kurmak ve sürdürmek asıl olarak o
ülkenin ve halkının denizle, daha doğrusu suyla kurduğu iyi ilişkilerle
mümkündür.
Suyu sevmeyen, suyu
aynen kara toprağa yaptığı güzellemelerdeki gibi sadık yâri olarak görmeyen,
açıkçası sudan korkup kaçan bir halkın suyun bulunduğu yerlerde egemen olması,
oraları koruyup kollaması mümkün olmayacaktır.
O nedenle su ve
akarsular üzerinde ya da kıyısında yaptıkları spor, ulaşım, konaklama, yeme
içme, tatil, üretim ve eğlence etkinlikleriyle öne çıkmayan birey ve kentlerin,
sudan, denizlerden ve akarsulardan elde ettikleriyle yaşamlarını
zenginleştirmeleri mümkün olmayacaktır.
Kısacası deniz ve
akarsuların kullanımından kaynaklanan bir kültüre sahip olmadığımız sürece
sular üzerinde bir etkimiz, egemenliğimiz de olmayacaktır.
İşte o nedenle
yaşadığımız kent güzel bir körfezin etrafında kurulmuş olmakla birlikte, kentin
merkezine kadar girmiş olan o suyu kullanarak eğlenmeyi, gezmeyi, bir yerlere
gitmeyi, ondan yeterince yararlanmayı ve suyu yaşamımıza sokmayı beceremiyoruz.
Körfez içindeki vapur seferlerimiz o nedenle her geçen yıl azalıyor, deniz yoluyla bir yerlere gidenlerin sayısı artan kent nüfusuna oranla her yıl azalıyor, dere, çay ve nehirlerimize kanalizasyon muamelesi yaparak onları yüksek beton duvarlar içine alıyor, üstlerini kapatarak onları adeta unutmaya başlıyor, suyu büyük köprü ve tünellerle aşmaya çalışıyor, sahillerimizdeki kumsalların yerine taş döşeli setler oluşturarak insanlarımızı sudan uzaklaştırmaya çalışıyoruz.
Evet, bir kent halkı
olarak sudan korkuyor, sudan kaçıyor ve geçmişimizde suyla ilgili ne varsa
hepsini birer birer bırakmaya ve unutmaya başlıyoruz…
Suyu sadece enerji
üretilen, üstünden köprülerle geçilen ya da sadece yaz aylarında İzmir
çevresindeki plajlara gittiğimizde içine girip yüzdüğümüz bir eğlence nesnesi
olarak görüyor; o nedenle de çoğu kez bir deniz kentinde yaşadığımızı
unutuyoruz.
Suyu ve suyla ilgili her
şeyi bu şekilde sevmediğimiz, koruyup kollamadığımız, onu yaşamımıza
katmadığımız sürece, bayramını kutlamış ya da kutlamayı unutmuş olsak da deniz,
liman ve boğazlarımızı koruyup kollamamız, onlar üzerindeki egemenliğimizi
sürdürmemiz ne yazık ki mümkün olmuyor, olamıyor…
TAKİP EDİP YORUM YAPARSANIZ SEVİNİRİM SAĞLIKLA KALIN :)
İNSTAGRAM SAYFAM https://www.instagram.com/denizlerdendenizlere/
Yorumlar
Yorum Gönder